Yaptığı işin sesine kulak verip dinledikçe birlikte güçlendiklerini fark eden, derinlere inip, bulanık sularda dolaşmaya başlayınca ,daha güçlü anlatımlar yakalayan bir sanatçı. NUR ATAİBİŞ
Aniden yaşamınıza giren sanat hayatınızda neleri belirledi?
Varoluşumu….Onunla tanıştıktan sonra yaşamımın önemli bir parçası oldu ve giderek tüm yaşama sanat olarak bakmaya başladım.
Önceleri işin zanaat kısmının çok önemli olduğunu düşünerek durmadan çizdim,kopyalar yaptım,atölyemde modelle çalıştım,bazen de kendimi model olarak kullandım.Zamanla bunun gerekli ama yeterli olmadığını fark ettim.’Sanat’ bütün bunların çok ötesinde,içinizde ve çok derinlerde…Ben böyle hissettim.Onun asla öğrenilemeyeceğini ve öğretilemeyeceğini…Ama size en yakın yerde durduğunu…
Çalışırken kendinizi özgür bırakabilirmisiniz?
Son derece özgür bırakırım kendimi… Bilincimiz ne kadar özgür, tartışılır tabii ki Ama yine de alt yapıyı güçlü kıldıktan sonra özgür olabilmek kolaylaşıyor.Çok desen çizmenin,kopya yapmanın,ustaları incelemenin böyle bir faydasını gördüm.Önce onları örnek aldım,yorumladım ve giderek hepsinden bağımsızlaştım.Sanat tarihi,felsefe,mitoloji,edebiyat, müzik her zaman yanımda oldular..Bir de aynalarım…Kendimi kendime malzeme yaptım,önce parçalara ayırdım ve yavaş yavaş yeniden oluşturmaya başladım …Sanatçı kendisi olabildiği ölçüde özgün olabiliyor çünkü.
Diğer sanatçılar gibi sizinde dönemleriniz ve bu dönemlerdeki düşüncelerinizde farklılıklar oldu mu?
Tabii dönemlerim hep oldu.Yaptığım işler düşündüklerimden farklı oldu her zaman.Ben de giderek kendimi kendime bıraktım…Bir arkadaşım beni Menderes nehrine benzetir.O da birkaç yılda bir yatağını değiştirirmiş ve yöre halkı nehir tanrısı Meandros’u cezalandırmışlar sonunda…Kendimi sınırlandırırsam özgürce çalışamam…İşlerimin yaşama yakın olması benim için çok önemlidir.Oturup sakince beklerim bazen…Üzerinde doğduğum,büyüdüğüm, yaşadığım toprakların benimle konuşacağına inanırım.
İlk sergilediğim işlerim içsel bir patlama gibiydi.Bir sabah atölyeme gittim,şövaleyi kaldırdım,tuvali yere koydum ve boyaları akıtmaya,damlatmaya başladım.Müzik eşliğinde dans edercesine çıkarttım o işleri.İlk kez kendime değdiğimi gördüm…O günden sonra hep bunu yakalamaya çalıştım.İşin olup olmadığı kendisini böyle belli ediyordu çünkü. İşlerimin benimle konuşabilmelerini sağlarım çalışırken.Beni bırak artık der veya devam et..,biraz daha ekle. Sonuçta her çizgi,sürülen ya da damlayan her boya,leke bir diğerini çağırır ve yapılan iş giderek sizden bağımsızlaşır ve ayrı bir varlık haline gelir.İşlerimde kendimi ararım.Çalışma süreci bir ritüeldir benim için…Şeytanlarımı bulup çıkarmaya çalışırım…Bilirim ki tüm insan soyu benimle aynı korkuları,yüceltmeyi,aşağılanmayı,arzuları yaşadı…Korkusunu yenebilen, kıyıya gelip atlayabilen, gerçeklere gözünü açabilen, tüm varlığı ile en hassas,en incinebilir olup en incinmeyen olabilen ayakta kalabilir ancak… O süreçte kendimi tamamen akışa bırakırım.Bitirdikten sonra bazen o işin karşısına geçer,yazarım.O anı yakalamaya çalışırım böylece.Ama hiçbir zaman yakalanamayacağını da bilirim..Kocaman bir tuvalde bazen küçücük bir noktanın ne kadar önemli olduğunu, kontrolsüz gücün güç olmadığını, işin sesine kulak verip dinledikçe onun da beni dinlediğini ve birlikte güçlendiğimizi fark ederim. Orkestra şefi veya yönetici olmadığımı,çalışmamın ikili bir dans olduğunu,ritm,armoni ve dengenin daha çalışmaya başlar başlamaz oluşması gerektiğini de ...İşimin içindeki tüm öğeleri iyi dinlemem ve onların uyum içinde birlikte yaşamalarını sağlamam gerektiğini,ne kadar çok imge olursa olsun önemli olanın dengeyi yakalamak olduğunu….
Peki ya bu dönemler arasında gazetelerin yeri…..
Onları malzeme olarak çok sevdim,sağladığı anlatım olanakları çok fazla bana göre.Zamanın döngüselliğini vurgulamama da yardımcı oluyorlar ayrıca..Geçmiş,bitmiş zannettiğimiz bir olay nasıl birden bire ortaya çıkıp bizi etkilemeye başlarsa tuvaldeki gazeteler de silinmiş,eskimiş,boyaların ardında kalmış bile olsa kendisini gösterebiliyor,işin içinde yer alır ve etkisini sürdürebiliyor..Bu çok etkileyici.
Tuvali gazetelerle kaplamaya başladım o dönem…Boya,tutkal,gazete…Sonra yırttım yer yer veya yeni eklemeler yaptım…Bilinç aralanması yaşadım sanki…Bize yüklenen kalıplardan kurtulma çabası gibiydi o işlerim…Giderek daha derinlere indim,bulanık sularda dolaşmaya,daha güçlü anlatımlar aramaya başladım.Malzemelerime ise yenileri eklendi…Alçı,lif,zift,kum,cam tozu kullanmaya başladım.Ellerim yükseltiler hissetmek isteyince yırttığım gazetelerle hamur yapıp rölyef tadını yakalamayı istediğim işler yaptım.Bunlar ikinci sergimi oluşturdu.Sahaflardan topladığım aile fotoğraflarını da kullandığım işlerim oldu bir dönem.Yırtılan gazetelerin ardından çıkmaya çalışan fotoğraflardı bunlar…Onlarla üçüncü sergimi yaptım…Defterler dördüncü sergimdi…Tuval yüzeyini defter biçimine getirdim…Bu parçaları birleştirme çabamdı galiba…Giderek üç boyutlu işler de yapmaya başladım.Bu sergimde yer alan işler çıkmaya başladı o dönem.Yeni ülkeler aramaya giden yorgunlar dediğim üç adet üç boyutlu, boyları 1.50- 1.60 m olan işler yaptım.Onlar kendilerini yeniden üretenlerdi ve biliyorlardı ki önemli olan yolda olmaktır…Ötesi yoktur…Onlarla bu sergi için bir enstalasyon hazırladım…Her sergimde olduğu gibi yine konsept kendiliğinden oluştu…
Eserlerinizde oldukça belirginleşen yaşamın ve ölümün iç içeliği ile nereye ulaşmayı hedefliyorsunuz?
Bu iç içelik, insanoğlunun bilinmeyen karşısındaki acizliği ve başa çıkma çabaları benim için çok heyecan verici.Buradan insanın saf ve bozulmamış haline ulaşmaya çabalıyorum.Topluma ait olmaya çalışan yanı ile özgürleşme,birey olma çabasındaki yanının yarattığı trajik bilincin yarattığı insan tipinin beni çok gerilere götürmesine izin veriyorum bir anlamda.Olasılıklar silsilesi arasından kendi seçeneklerimi yakalamaya çalışıyorum.Zihnin hep düzen kurma arzusunda olduğunu görüyorum…Mağara resimleri yapan ilk insan gibi oluyorum…Mağaramı da kendim yaratıyorum…Aradan mesafeyi çekiyorum…Doğanın kendisi oluyorum…Sus yoksa taş olursun diyen işler çıkıyor…Arkana bakma taş olursun…Oysa bilmez miyiz ki yüzleşemediğimiz benlerimiz hayalet gibi yürür yanımızda…Tapınma nesneleri, ritüeller, ayinler, kısaca uygarlığı kurmaya, kişiyi topluma dahil etmeye yarayan her şey değişik bir yorumla ortaya konup yüceltmelerden arındırmalıdır bana göre.Doğallığını yitiren her şey çeşitli yüklemelerle canavarlaşıp bizi kendimizden kopartıyor, anı yaşamaktan alıkoyuyor.Yabancılaşan benlerimizle,sahte kimliklerimizle ortada dolanan, yaşamdan kopmuş bir anlamda yaratık haline gelmiş kişiler oluyoruz….Tabularla başa çıkmayı öğrenmemiz gerekir.Mitlerden kurtulmalıyız…Doğa ile uyum içinde olmanın yollarını aramalıyız yeniden…Bütün mesele o ritmi yakalayacak özgürlüğü hissetmek…O zaman geçmişe dönüp ölüleri de özgürleştirmek işin bir parçası…Onların bize aktardığı kalıplardan kurtulmak bir anlamda…Kaynaşmanın farkına varıp ondan kurtulmaya çalışmış yani trajik bilincin ötesine geçebilmiş,doğayla özdeşleşmeden ama ona karşı direnmeden şekilsizdeki şekli,şekildeki şekilsizliği fark edip kabullenmişliği yakalamaya ve anlatmaya çalışıyorum...Temel problemlerim olan iktidar,özgürleşme,döngüsel zamanı hissetme,bize dayatılan kalıplardan kurtulma, yüce kavramıyla baş etme, tanrıları öldürme ve en önemli iktidar aracı olan dil. .…Nesnenin bakışın yüklemelerinden bağımsız varoluş halini yakalamak istiyorum…İmkansız olduğunu bilsem de bunu yapmaya çalışıyorum… Bu noktada mesafeye ihtiyaç duyuyorum
Bütün bunları incelemek ve başa çıkabilmek içinse…
Yıllar içinde biriktirdiğim malzemelerimi alıp yer altına indim,özgürce çalışabilmek için uğraştım.Kendi içimdeki tapınaklar,tanrılar,korkular,kaygılar,arzular ile uğraşarak yol almaya,ışığın parlaklığı arkasındaki karanlıkları bulmaya çabaladım…İşlerim oradan bulup getirdiklerimdir…
Galeri X’de gerçekleştirdiğiniz bu son serginizde gezeni bir yolculuğa çıktığını hissettirecek biçimde düzenlemiş gibi bir hava var..
Dilin yorduğu, kendisinden koparttığı insanlığı temsil eden ,’dil yorgunları’ adını verdiğim enstalasyonla başlayan ve giderek koyulaşan, sonra koyudan açığa doğru giden işlerin yer aldığı bir sergi planladım…Cehennem, araf ve cennet gibi…Yerdeki ayak izleri ve izleyene eşlik eden fısıltılarla da izleyicinin kendi yer altına inebilmesini amaçladım .Sergilerime ve işlerime genellikle isim vermiyorum aslında. Bana göre isim zihni yönlendiriyor. Oysa bakış mümkün olduğu kadar özgür olmalı ve işi kendine göre okuyarak yeniden üretmelidir. Ama bu enstalasyon kendi ismini kendisi koydu…Onun önüne geçmek istemedim. Sergi bir cennet vaat etmiyor, saf, pürüzsüz bir varoluşun olamayacağını, gerçekten önemli olan tek şeyin yolda olmak olduğunu anlatıyor…Ben öyle görüyorum…Ama izleyicinin ne göreceğini tabii ki bilemem…
‘’Bu işleri yaparken ne düşündünüz,hangi duygularla yaptınız.’’ sorusu en sık karşılaştığınız sorulardan biridir herhalde….
Evet. Oysa ki ben de işi yapıp bitirdikten sonra bakan her hangi bir kişiden farklı olmam.Belki yapan kişi olarak biraz daha şanslı olurum o kadar. Artık ben de her hangi bir gözümdür o işin karşısında…
İlk sergimden bu yana daha önce yakaladıklarımla yeni bulduklarımı birleştirmeye,yeni sentezlere gitmeye çalışıyorum…Bu benim biçimim…Akıtmalar üç boyutlu işlerde de kendisini gösterdi mesela. Bu akıtmalar sürekli bir akışı vurgulama isteğinden diye düşünüyorum…Akıtma, damlatma, kaplama, bozup yeniden kurgulama, sınırları zorlama, çerçeveyi parçalama…Bunlarla bir biçim yakalamaya çalışıyorum…Sonuçta çıkan iş benim bir şeyi yaşantılama sürecim oluyor…
Sizce bir sanatçı için bir son var mı?
Sanat ölene kadar sürecek,asla sonlanamayacak bir süreç bana göre…Sanatçı için ben oldum. diye bir şey olamaz.Olursa artık çalışamaz zaten.