...VESAIRE

Dem-Art Sanat Galerisi, İstanbul
25.03.2010 - 17.04.2010 

“Zamanın rengini almış duvarlar vardır hani, istiyor ki kağıt o rengi alsın. Toprak sürüyor, çeşitli boyalar katıyor, sulara bastırıyor, yağ lekeleri yapıyor, kısaca… resme zeminde başlıyor.” 

Adnan Benk, Yüksel Arslan Üzerine

Çok iyi bildiğim doku, çok iyi bildiğim ışıktı bu, İstanbul’un sahilleri, Kandilli’nin ihtiyarları, düş manzaraları, Mehtapta Boğaz, Erenköy’den Adalar, Beylerbeyi’nde Sokak. Eski peyzajlar lezzetinde tuvaller, pembelerle, leylaklarla, altın sarısı, sarımsı ışıklarla açılan, yeşillerle, kahvelerle kapanan, soluk alıp veren resimler, Boğaz’da seher vakti. İzlenimciliğin Halil Paşa’ya, Boğaz’a özgü bir ışığa evrilmesindeki kendiliğindenlik, boyanın altından ketenin dokusunun tuvale verdiği lezzet, Hoca Ali Rıza’nın bulutları, kuytu köşeleri İstanbul’un, leylaklar, laleler, sümbüller, kavunlar, Şeker Ahmed Paşa’daki zerafet. Kendilerini açmışlardı tuvaller. Ketene değil, mukavvaya da boya vurulan zamanları hatırlatıyorlardı, Mustafa Rahmi’yi; yazı belleği, mukavva imgeyi tutardı. Tuvale mukavva, mukavvaya boya, boyanın üstüne bir kat daha boya vurulmuş, ultra parlaklıkta sprey boyayla tuval cilalanmıştı. Nur Ataibiş tuvali çokkatmanlı astarlamış, ancak yüzeyi zımparalamamış, görsel bilinçaltı katmanlarını tuvalden almamıştı. Üstüne ağırlık bineceği yerde yine de hafiflemişti tuval. Enerji maddeye dönüşeceğine madde enerjiye dönüşmüş, malzeme içeriden parlamış, yüzeyi parlatmıştı. Aprelenmişti katmanlar, çatlaklar, rölyef düzeyleri, taçkapılarda farklı rölyef düzeylerinde kat kat yaşam ağaçları. Duvar oymacılığına Ataibiş’in eklediği keten üzerine mukavva üzerine inşaat kumu. Türkiye’de biraz hep sıvacı elinden henüz çıkmış, hala inşaat halinde, harcın izini taşıyan duvarlar, mimarlığı Cihat Burak’ın, sıvacılığı. İnşaat kumundan tuval harcı, küflenen, paslanmış, dışarı kusan duvar halleri. Eskiden Nur Ataibiş’in döktüğü harc tuvale yapışıp tutunur, tuvalden akmaz, tuvalde kalırdı. Hala bu yapışkanların izleri vardı. Belleği oluşturan yazı, belleğe kazınan yazı, tuvale yapışan yazı, bilinçaltının yazılı kaydı. Vahşi, boğuk, ürkütücü bir uğultu da vardı bazen hala resimlerde, karaçalımlar, alev içinde sürülenler, çöken binalar, kesilen ağaçlar, dikilen balballar, mezartaşları. Kıyametler. Kendini göstermek isteyen, içi asitle yakılarak oyulan izleri kağıt yontuların. Parlak cilaların, mobilya üzerindeki darbeleri ortaya çıkarması gibi bir şey olmuş; tuvalin girintili çıkıntılı, temiz olmayan, kayıt altına alınan her yanı ortaya çıkmış, Çinli ustalar eşyayı kat kat lakelemek için suya açıldıklarında fırtına kopmuş, rüzgar esmiş, laka kumlar yapışmıştı. Kendi tarihini, kendi kayıt altına alınmışlığını aprelemişti Nur Ataibiş. Oldukça tuhaf bir hareketti: tuval bir elekti şimdi, inşaat işçilerinin kullandığı kum eleği, Nur Ataibiş upuzun bir tarihi elekten geçirmekteydi. Çin’den Bizans’a, Anadolu’dan Boğaz’a uzanan bir bellek atlası, kültürel genetikte biriken tortu, görsel bilinçaltı. Dalgalanıyordu tuvaller. Onları kasan, kasnaklarına zorlayan gerilim ortadan kalkmış, özgürleşmişler, soluk alıyorlardı. Eskiden tuğladan bir duvarın içinden ne kadar geçilebilirse -Cihat Burak için böyle diyordu Sezer Tansuğ- o kadar geçilebilirdi onların da içinden, şimdi ise hem içeri hem dışarı açılıyor, ne bir şey tuvale ne tuval bir yere yapışıyor, bir tondan ötekine akıyordu. Nahıllar, taşıllar, yazıtlar geçiyordu tuvalin içinden, eskiden şeker bayramlarında ikram edilen vişne likörleri, anneannelerin kullandığı alkolün keskin tadı bile havalanmıştı. Şeker Ahmet Paşa gibi küçük renk ve perspektif oynamalarıyla farklı ve sürekli hareket eden bir manzara oluşmaktaydı, manzarada oyun da perspektif de yoktu. Resmin içinden sızan ışık, arkasına geçilse önünü, önüne geçilse arkasını gösterecekti. Her iki istikamette de tuvaller derinlik kazanmıştı. Hele bir tanesi, aşağıdan yukarı eliptik, ritmik yükselişlerle simsiyah kesintili boya izleriyle tuvali Şeker Ahmed Paşa’yı anıştıran bir gökyüzü etkisine açmaktaydı. O güne değin kasnağa hep gerilmek zorunda kalmıştı keten; resmin tutması, imgenin kaymaması, tuvalin gerginliğine bağlıydı. Burada kasnakla keten arasındaki gerginlik yoktu, gönderinde sallanan bir bayrak gibi sallanmaktaydı tuval, soluk almasında, aynı anda içbükeye ve dışbükeye salınmasında hiçbir zahmet, çaba, oyun yoktu, herşey kendiliğinden olmuştu. Yıldız kayması gibi bir etkiden diğerine süzülüp kaymaktaydı. Bir şeyi, herhangi bir şeyi karşısına almıyor, hiçbir şeye özenmiyor, hiçbir şeye öykünmüyor, izi sürerkenbırakıyor, atölyenin içinden doğanın hareketini izliyordu. Baharda erik çiçeklerini, sihrini seherin. Tuvallerin yayılan bir sihri, geniş bir aurası vardı, resme zeminden başlayarak zemini her iki yöne de açınca her şeyi gösterebilirler, hiçbir şeye tutulmayabilirlerdi.

Zeynep Sayın


s3700-116512
s2292-75972
s2292-75961
s2292-75966
s2292-75969
s2292-75960
s2292-75974
s2292-75963
s2292-75967
s2292-75970
s2292-75964
s2292-75975
s2292-75965
s2292-75968
s2292-75971